Önceki bölümü okuduğuna emin ol.
"Jisung, gülmeyi keser misin artık? Yeterince eğlenmedin mi?"
"Ay yok, ben buna şöyle nereden baksan bir üç beş gün daha gülerim gibi." Kararan havaya aldırmadan attığım yüksek sesli kahkahalarımın arasında konuştum. Minho ise derin bir nefes vermişti. Göz ucuyla ona baktığımda suratı birazcık düşmüş gözüktüğünden üzülür gibi oldum ama arabasının önüne geldiğimizde yine kendimi tutamamıştım. "Şey, kullanamayacaksan ben kullanabilirim."
"Jisung!" Bir kez daha attığım kahkahaya sinirli sesi karıştığında dudaklarımı birbirine bastırdım ve sürücü koltuğuna yerleşen bedeninin yanına oturdum.
Bugün hayatımda hiç eğlenmediğim kadar eğlendiğim bir gün olmuştu. Hafta sonuydu, sabah aslında uykum sırasında boğuk olan ancak çok da uzaktan gelmeyen bildirim sesiyle uyandım. Minho'dan gelen mesajı gördüğümde ise normalde beş dakika daha uzun uyumak için kahvaltıyı bile atlayacak olan bedenim sanki bir yay edasıyla gerilerek anında gözlerimi açmama sebep olmuştu. Geçen gün bahsettiği randevu için uygun olup olmadığımı soruyordu.
Ona uygun olduğumu söyledim ve 'Şu saatte evinin önünde olurum.' Mesajıyla kalp krizi geçirmemeye çalışarak heyecanla yataktan kalktım. Öyle ki banyoya giden adımlarımı aniden ayaklandığım için dönen başım ve kararan gözlerim bile engelleyememişti.
Beni almaya geldiğinde dirseklerine kadar katlanmış (ki damarlı kolları dövmeleri olmasına rağmen gayet belliydi.), üzerindeki lacivert gömlek yüzünden aklım ufaktan pılını pırtını toplayarak kayıplara karışmış olsa da şu ana kadar üzerine atlamadığım için sanırım çok da uzaklaşmamıştı.
"Haha, ne komik. Az sonra yavaşla Minho, makas atma Minho diye yalvarmaya başlamayacakmışsın gibi konuşuyorsun."
Cümlesiyle gözlerim anında büyürken o çoktan arabayı çalıştırmıştı bile. Tamam, sanırım biriyle en iyi yaptığı iş üzerinden dalga geçmek pek de iyi bir fikir olmuyordu. Ama ne yapayım? Çarpışan arabalarda bana yenilmeseymiş o zaman.
"Çocuk gibisin." dedim hala gülerken yandan yandan yüzüne bakıyordum. "Buna alındığına inanamıyorum."
"Yaklaşık on beş dakikadır beni zorbalıyorsun. Hem de işim üzerinden."
"Tamam özür dilerim." Gaza daha fazla basmasıyla hafiften tırsarak söylediğimde yüzüme şöyle bir bakış attı. Sanki ciddi olup olmadığımı ölçüyormuş gibiydi. "Ama ya bari küçücük çocuğun seni kıstırmasına izin vermeseydin." Aklıma gelenle tekrar güldüğümde kaşlarını çattı. Resmen beş altı yaşlarında bir çocukla araba yarıştırmış, çocuk onu köşeye sıkıştırdığında ise neredeyse onunla kavgaya tutuşmuştu.
"Üzülmesin diye bilerek yaptım onu ben. Ya gülme artık! Jisung!"
"Ya, Minho! Tamam, dur yavaş." Birden hızlanıp önümüzdeki arabayı oldukça yakın bir şekilde solladığı için ağzıma gelen kalbimi yutkunarak geri göndermeye çalışırken söyledim. Aynı zamanda ellerim istemsizce emniyet kemerime tutunmuştu.
"Tekrar söyle şimdi, kim kimi kıstırmış?" Bakışlarımı altımızda hızla akan yoldan yüzüne doğru çevirdim, çatılı kaşları ve sıktığı çenesi içimde bir şeyleri harekete geçirirken yutkundum. Tanrı aşkına şu an dehşet iyi gözüküyordu ve korkmakla tahrik olmak arasındaki o ince çizgide beni bir süre tutacak gibiydi. "Minho." Sol elimi yavaşça bu taraftaki uyluğunun üzerine getirdim. Yani, şu an şehrin içinde üç yüzle falan gidiyordu büyük ihtimalle. Bu yaptığım hareketin hiçbir şekilde mantıklı bir açıklaması olmadığını direksiyonu sıkan elinden ve bir anlık elime kayan bakışlarından anlamıştım.
"Aklımı karıştırarak önceki on beş dakikayı unutturmaya mı çalışıyorsun?" Tekrar yola döndü. Yüzünde bu sefer her zamanki sırıtışı yer edinmişti. Hızla uyluğundaki elimle bacağına vurdum ve kollarımı önümde birleştirip kızarmaya başladığını hissettiğim yüzümü cama çevirdim. "Yavaş sür şu arabayı, ceza yiyeceksin."
Her ne kadar ona bakmamaya çalışsam da maalesef bu sefer kıkırdamasıyla tekrar ona doğru döndüm. "Şu ana kadar hiç ceza yemedim." dedi gururlu bir şekilde. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutmayı erteleyip kaşlarımı çattım. "Şehir içi hız sınırının yetmiş olduğuna emin gibiyim halbuki."
Gülüşü yüzünde büyürken bana doğru döndü. "O külüstürlerin bu hızda beni yakalamaları imkansız." Sanki büyük bir sır vermiş gibi göz kırptı. "Hiç etkilenmedim." Yalan. Bundan da etkilenmezsin Han Jisung, adam resmen canıma kast ediyordu ama benim aklımda dönen tek şey araba sürerken nasıl bu kadar iyi gözüktüğü ve üstüne atlamak istediğimdi.
Neyse ki bir süre sonra kırmızı ışık yüzünden yavaşladı. "Ne yemek istersin?" diye sormasının hemen ardından bana doğru döndü. Hava çoktan kararmıştı bu yüzden oldukça açtım. "Hmm..." Yüzüne yansıyan kırmızı ışığı incelerken bir süre düşündüm ama aklıma spesifik bir şey gelmemişti. "Her şey olur gibi." dedim sonra.
"O halde seni çok sevdiğim bir yere götürüyorum." Vitesi düşürüp yeşil ışığın yanmasıyla hareket ederken tekrar önüne döndü. Başımı onaylarcasına salladım, bana uyardı.
Tekrar cama doğru dönerek şehrin yansıyan ışıklarını izlemeye başladım ve o anda şu an bulunduğum ortam kafama dank etti. Resmen sadece birkaç aydır tanıdığım bu çocukla randevuya çıkmıştım. Her şey Felix'in bir gün 'Jisung, ben sokak yarışlarına katılacağım.' demesiyle başlamıştı. İlk başta çok katı bir şekilde itiraz etmiştim ona. Aslında hâlâ içimde ufak bir kısım korkuyordu. Ben böyle ortamlara alışık değildim, sevmezdim de ancak ne olduysa Minho'yu tanıdıktan sonra olmuştu.
Fena yakışıklıydı, yetenekliydi, zengindi, adını herkes biliyordu... Daha sayamayacağım onlarca şeye sahipti. Kim olsa ondan etkilenirdi. İşte bu yüzden kendimi durdurmayı pek denememiştim en sonunda. Açıkçası işin beklenmeyen kısmı Minho'nun da benden etkilenmesiydi. Yani cidden ama cidden arada sırada zekamı kullanmak dışında göze çarpan hiçbir özelliğim yoktu. Tek bildiğim ders çalışmak bir de ne bileyim Seungmin falan ısrar ederse arada sırada onlarla dışarı çıkmaktı. Şimdiyse neredeyse her gün hiç sevmediğim ve o alışık olmadığım ortamda bu çocuklaydım ve bu hoşuma gidiyordu. Yani üç ay falan önce bana araba yarışçısı serserinin birine aşık olacaksın ve sokak yarışlarını izlemeye gideceksin deseler yüzlerine patlamalı gülerdim.
"Geldik."
Minho'nun sesiyle transtan çıkar gibi bakışlarım titremişti. Düşüncelerime o kadar dalmıştım ki arabayı durdurduğunu fark bile etmemiştim.
Emniyet kemerimi çıkarıp arabadan indiğimde neredeyse küçük dilimi yutacaktım çünkü burası kelimenin tam anlamıyla mükemmel gözüküyordu. Arabayı park ettiği yerin hemen önü kocaman bir göldü, restoran arkamızda kaldığından mekanın çevresindeki sarı, parlak ışıklar gölün üzerine yansıyordu. Arkamı dönüp çoktan yürümeye başlayan Minho'nun peşine yavaş adımlarla takıldım. Restoran sanırım üç kattan oluşuyordu. Ve baştan aşağı antrasit rengi camlarla kaplıydı.
"Hadi, çok acıkmamış mıydın?" Bakışlarımı camlardan çektiğimde Minho'nun biraz ilerde olduğunu gördüm. Anlaşılan yine etrafı incelemeye dalmıştım. Arkasına dönmüş, tek eli cebindeyken diğer elini bana uzatıyordu. Birkaç adımda yanına ulaştım ve utana sıkıla elini tuttum. Yumuşak ve sıcacık avucu benim soğuk parmaklarımı anında ısıttı. "Minho, başka bir yere mi gitsek?"
Çekingence mırıldanmamla bana doğru döndü. "Neden ki? Beğenmedin mi?" Daha içeri bile girmemiştik ama ben buraya bayılmıştım. Sadece, çok lüks bir yere benziyordu ve bunun için ne bol kot pantolondan oluşan kombinim uygundu ne de banka kartımdaki bakiye. Onun için hava hoştu tabii. Gömlek giymesinden anlamalıydım ama bir dress codumuz varsaydı insan bir bana da haber verirdi yani.
"Beğendim de..." Çekingenliğimi anlamış gibi duraksadı ancak birkaç saniye sonra elimi daha sıkı tutarak yürümeye devam etti. "Bu sefer benim istediğim yere gidelim, bir dahakine sen seçersin."
"Ama..." İtiraz etmeme izin vermeden bedenimi içeri sürüklediğinde tekrar itiraz edecek gücü kendimde bulamadım çünkü büyülenmiştim. Müthişti, her şey mükemmel gözüküyordu. Üç katlı demiştim değil mi? Onu unutun çünkü burası üç katlı değildi, yalnızca tavanı o kadar yüksekti ki sanki üç katlıymış gibi gözüküyordu. Her yer sapsarı ışıklarla döşenmişti. Tavanda bulunan sarmaşık ve güller duvarlara kadar uzanıyordu. İyi giyimli insanların arasında onlara sürekli hizmet eden takım elbiseli garsonlar, mekanın ucunu görebilirseniz kocaman ve çatır çatır yanan bir şömine, masalarda yere kadar uzanan krem rengi bir örtü ve üzerinde yine gül yaprakları vardı. Sarmaşıkların boş bıraktığı yerlerde siyah beyaz doksanları andıran tablolar asılıydı. "Vay anasını."
İstemeden söylediğim şey Minho'yu güldürürken yanımıza oldukça iyi giyimli bir garson yaklaştı. "Merhaba efendim, hoş geldiniz. Rezervasyonunuzu kontrol edelim."
Minho adını söylediğinde ben yere düşen çenemi toplamaya çalışıyordum. Bir de rezervasyon mu yaptırmıştı? Şak diye bayılacaktım şimdi.
"Bu taraftan." Garsonun eliyle gösterdiği yere doğru ilerledik ve en sonunda cam kenarı bir masaya geldik. İçeriden dışarıdaki göl manzarası müthiş bir şekilde gözüküyordu. Masanın üzerindeki minik lamba da ortama romantik bir ambiyans katarken ikimiz de sessizdik. Menüler önümüze geldiğinde ise tam ilk sayfayı açmış adını bilmediğim yemeklere ve dört basamaklı olan fiyatlarına göz gezdiriyordum ki Minho kitapçığı birden elimden kapıvermişti. "Yemeği ben söyleyim diyorum, alerjin veya sevmediğin bir şey var mı?"
Fiyatlarını görmemem için yaptığını tabii ki anladım. Gözlerimi kısıp yüzüne baktıktan sonra menümü geri istedim. "Ver şunu, batmak mı istiyorsun?"
Sanki komik bir şey söylemişim gibi güldü. "Önümüzdeki kırk yıl her gün buradan üç öğün yemek yesem de batmam, merak etme." demesiyle gözlerimi devirdim. "Anladık, zenginsin."
"Öyleyim, bakar mısınız!?" Eliyle zaten birkaç adım ötemizde bekleyen garsonu çağırdığında bu zenginliğini kıskanıp ona birazcık sinir olsam da yüzündeki memnuniyet ve gözlerindeki o ufak ışıltılar gülümsememe sebep oldu. "Karides sevmem." Mırıldanmama karşılık beni başıyla onayladıktan sonra çağırdığı garsona ismini anlamadığım birkaç yemek ve öküzgözü şarap söyledi, ardından tekrar bana doğru döndü. "Şarap seviyorsundur herhalde?"
"Hmm bazılarını." Her şarabı sevmezdim, bazılarının tadı oldukça sert ve ekşi gelirdi. "Öküzgözü daha önce içmedim." diye bir itirafta bulunduğumda dudaklarını birbirine bastırdı. "Beğeneceğini düşünüyorum."
Biz sohbet ederken masaya ikram olduğunu düşündüğüm küçük tabaklarda birkaç meze ve yemek geldi. Hepsinin tek tek tadına bakıp yorumlarken de en sonunda yemeklerimizin gelmesiyle guruldayan karnım bayram ediyordu. "Hmm, çok iyiymiş." Ağzıma attığım etin ağzımda resmen dağılmasıyla mırıldandım. Bununla birlikte Minho da kendi tabağındakini yemişti. "Şarabın tadına da bak." dedi sonra kendininkinden bir yudum alarak.
Bununla birlikte elim kadehime gitti, ilk önce koklayıp dudaklarımı bardağa yasladıktan sonra bir yudum aldım. Gerçekten iyiydi, önceden içtiğim şaraplara benzemiyordu. Yine ufak bir ekşilik olsa da üzümün tadını o kadar iyi almıştım ki resmen damağımda kalmıştı.
Kadehi indirdiğimde Minho'nun beklenti dolu gözlerine baktım. Tek kaşını kaldırıp bana ufak bir kalp teklemesi yaşattıktan sonra "Nasıl? Beğendin mi?" diye sordu. Başımı onaylarca sallayıp tadını yinelemek istercesine dudaklarımı yaladım. Bakışları saniyelik dudaklarıma kayıp tekrar gözlerime çıktı. "Bayıldım." dedim baş sallamam yeterli gelmediğinde.
"Demiştim." Güldü ve tekrar şarabına yöneldi.
"Merak ediyorum..." Aramızdaki sessizliği bozup konuştuğumda bana baktı. "Neden sokak yarışı? Yani bu işi oldukça iyi yapıyorsun, resmî bir yarışçı olmayı hiç düşünmedin mi?"
Sorumla bakışları birazcık karardı ve düşünceli bir hale büründü. Büyüyen sessizlikle yanlış bir şey mi sordum acaba diye düşünmeye çoktan dalış yapmıştım ki boğazını temizlemesiyle kaçırdığım bakışlarımı tekrar yüzüne çıkardım. "Düşündüm." dedi sonra. Çatalıyla dürttüğü yemeği sonunda rahat bıraktı. "Hatta bu yüzden başladım bu işe."
Kaşlarım şaşkınlıkla havalandı. "Peki sonra?"
"Sonra...bu işte o kadar iyi oldum ki. Garajdakiler beni bırakmadı."
"Nasıl yani? İstesen çıkabilirdin, zorla mı tuttular seni?" Ben de aynı onun gibi çatalımı bıraktım. Çünkü bu konu olduğundan daha çok ilgimi çekmişti. Felix de resmî bir yarışçı olmak için başlamıştı bu işe. Bu yüzden Minho'nun sözleri ve gözlerinin derininde gördüğüm hüzün içimde bir yerleri sarstı.
"Sayılmaz, pek öyle düşünmedim." diye cevap verdi. "Bir gün..." diye başladığı cümlesini rahatsız bir iç çekişle kestiğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. "Anlatmak istemiyorsan anlatmayabilirsin." Omuz silkerek söylediysem de anlatmasını deli gibi istiyordum. Ne olduğunu çok merak etmiştim ve eğer zorla yarıştırılmak konusunda ciddiyse Felix'in bir daha oraya gitmemesi için her şeyi yapardım.
"Hayır, anlatacağım." Dediyse de ilk önce kadehindeki şarabı bitirip yerine yenisini doldurdu ve ondan da hatrı sayılır bir yudum aldı. "İlk kez buraya geldiğimde, araba sürmeyi bilsem de pek iyi değildim."
Vay be, nasıl yani? Halbuki anasının karnından araba sürmeyi biliyor gibi doğmuştu bence. Ciddiyim, o kadar iyi kullanıyordu şimdi bile resmi yarışlara katılsa kazanacağına her şeyime iddiaya girerdim.
"Aynı Changbin'in Felix'e öğrettiği gibi benim de araba kullanmada bu kadar gelişmemi sağlayan biri vardı, Chanhee." Cümlesinin sonuna doğru titreyen sesinin üzerine bir yudum daha şarap içti. Bakışlarım kızaran dudaklarını ıslatan dilinden gözlerine çıktığında kaşlarımı istemsizce çatmama engel olamadım. Gözleri buğuluydu, açıkçası bu hikayenin sonunda ne olacağını merak etmiştim.
"İlk başta her şey güzeldi. Gün geçtikçe iyileşiyordum, gün geçtikçe yarışlarda birinci olmaya başlamıştım. Ama sonra...ona aşık oldum."
Şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Bir zamanlar başka birine aşık olduğu bilgisi beni öyle hazırlıksız yakalamıştı ki anlamadığım bir kıskançlık duygusu karnımın derinlerinden boğazıma kadar yükselirken sessiz kaldım. O da zaten bir şey dememi beklemiyor gibi hemen devam etti cümlelerine.
"Her şeyi onun için yapmaya başladım. Her birinci olduğumda gülen gözleri, boynuma sarılan kolları... artık gözüm ondan başka bir şey görmüyordu."
Pekala, bu kadar detaya gerek var mıydı bilmiyorum ama beynim her an tanımadığım bu kişiyle kendimi kıyaslamaya başlamıştı bile ve tahmin edersiniz ki bu cümleyle kazanan kesinlikle oydu. Çünkü Minho şu an karşımda ağlayacakmış gibi duruyordu.
"Sonra ne oldu?" diye sordum devam etmesinden korkarak. Bu sefer kuruyan ağzımı ıslatma sırası bendeydi ardından.
"Sonra bir gün, çıkmak istedim." dedi. "Artık resmî bir yarışçı olmak istediğimi ona söyledim."
Güldü ama daha çok acılı bir gülüştü bu. "Yıkıldı, onu nasıl bırakıp gideceğim hakkında bana hesap sordu, bağırdı, ağladı. Haklıydı."
Ellerini masaya indirdi. "Ona benimle gelmesini söyledim ama o bana inanamaz gözlerle baktı, işimi nasıl bırakacağım dedi, yeni bir iş bulursun dedim, bulurdu da gerçekten." Sanki o günü tekrar yaşıyormuş gibi dalmıştı gözleri masaya. "Sonra bunu çocuklara anlatmış, gitmek istediğimi söylemiş." Tekrar güldü sanki çok saçma bir şey demiş gibi alaylı bir gülüştü bu sefer. "Changbin ve Ryujin beni bu fikirden vazgeçirmek için o gün yarışacağım arabanın frenlerini zayıflatıp yine de sürücü kısmına bir sürü koruma yapmışlar. Yeterince iyi olmadığımı düşünürsem gitmem zannetmişler." Burnundan ufak bir nefes verdi. "Küçüktük işte o zamanlar, bir şeyleri halletmenin yollarını bilmiyorduk."
Kaşlarım bu bilgiyle ışık hızında çatılırken onun hala gülmesi içimde bu zamana kadar haberim olmayan büyük bir merak ortaya çıkardı. "Normalde arabama yarışırken kimseyi bindirmem ama o gün..." Devam ettiğinde sanki ne diyeceğini biliyormuşum gibi yüreğim ağzıma geldi, o da durmadı zaten, bir an önce içindeki bu duyguyu atmak için konuştu. "Çok ısrar etti, yemin ederim bindirmeyecektim ama o çok ısrar etti." Hafifçe eğdiği kafasını kaldırıp gözlerini yüzüme çıkardığında aynı anda sağ gözünden bir damla yaş indi yanağından aşağı. "Arabayı siktir edip o hızdayken üzerine kapandım ama...kurtaramadım onu."
Alt dudağımı ısırdım, tamam gerçekten böyle bir hikaye beklememiştim ve şimdi kendimi bu çocuğu kıskanmaya devam ettiğim için bok gibi hissediyordum. Beynimin bir yerinde 'senin de üzerine kapanır mıydı?' diyen o Jisung'u bulup bir kaşık suda boğacaktım. "Üzgünüm, sormamalıydım." dedim ne diyeceğimi bilemeyip. O ise ıslanan yanağını elinin tersiyle silip güldü ve arkasına yasladı. "Hayır ben üzgünüm. Randevumuzda ölen eski sevgilimden bahsetmek istemezdim."
Onun gülmesi benim de yüzümde bir tebessüm oluştururken tekrar şarabından bir yudum aldı. "Ama sana anlatmak istedim." demesi karnımdaki kelebekleri uyandırırken ona baktım. Omuz silkti. "Olur da garajda bunun muhabbetini duyarsan üzülme diye senden bir şey saklamak istemiyorum."
"Teşekkür ederim, cidden zor olmalı."
"Artık unuttum, uzun zaman oldu." Tekrar içti ve masada öne doğru eğilip parlayan gözleriyle yüzüme baktı.
"Biraz da senden bahsedelim, hep doktor mu olmak istiyordun?" Konuyu değiştirmesine minnettar bir şekilde güldüm. "Evet, kendimi bildim bileli doktor olmak istiyordum. Ama biliyor musun Seungmin yanlışlıkla kazanmış burayı." Güldüğümde o da ufak bir kahkaha attı. "Tam da öyle bir tip var zaten onda. Sınıfları nasıl geçiyor?"
"Onu biz de anlayamadık henüz." Tekrar birlikte güldüğümüzde sonunda eski havamızın yerine geldiğini hissediyordum. Ayrıca onu daha iyi tanımak gerçekten mutlu etmişti beni. "Bir an önce hastaneye geçmek istiyorum." dedim ikinci kadehime yeni geçerken. Minho'ysa çoktan şişenin dibini görmüş bile olabilirdi. "O zaman ben de bir an önce hastaneye geçmeni istiyorum, eminim hastanedeki en güzel doktor sen olacaksın."
"Sus be." Ani gelen iltifatı gözlerimi kısmama sebep olurken anında yüzümün kızarmasına engel olamıyordum. Ağzından çıkan her şeye kalbimin hızlanması boku yediğime işaretti herhalde. "Ne var? Doğru söylüyorum." diye beni sıkıştırmaya devam ettiğinde o sırada önümüze gelen tatlılarımızdan büyük bir çatalı ağzıma attım çünkü her an saçma bir şey söyleyebilirdim.
Restorandaki vaktimizin de göz açıp kapayıncaya kadar sonuna geldiğimizde ayaklandık. Minho oraya benim bir aylık gelirim kadar hesap ödediğinde neredeyse kendi tükürüğümde boğuluyordum. Cidden parasını böyle kolay harcaması ve aynen dediği gibi de bunun onun için marketten bir ekmek almaya eş değer olması tekrar sinirlerimi bozarken biraz da göl manzarasında yürüyerek vakit geçirdik daha sonra da yola koyulduk. Beni eve bıraktı.
"Bugün gerçekten çok güzeldi." dedim arabayı evin önüne park etmesiyle. El frenini çekip bana doğru döndü. "Benim için de öyleydi, teklifimi kabul ettiğin teşekkür ederim." Her zamankinden az olsa da hafif bayık bakan gözlerine gülümsedim. "Rica ederim."
Aramızda oluşan sessizliğe bakılırsa burası inmem gereken sahneydi ama açıkçası hiç istemiyordum. Bugün o kadar güzeldi ki bitmesi şimdi canımı sıkmıştı. "Görüşürüz o zaman." Emniyet kemerimi çözüp derin bir nefes vererek söylediğimde tam ineceğim sırada bileğimi tuttu. "Jisung." dedi sonra. Kalbim heyecandan beş yüz metrelik bir maratona kalkarken ona doğru döndüm. "Hım?" Bana yaklaşan yüzü yüzünden sesim götüme kaçmıştı sanırım.
"Gitmek istememen o kadar tatlı ki..."
Lan, nereden anlamıştı hemen? O bana yaklaşırken kaşlarımı çattım ve sırıtan suratına bir tane geçirmemek için yumruğumu sıkmak zorunda kaldım. "Ne alaka? Öyle bir şey mi dedim? Çok uykum var hem de hemen gitmek istiyoru-"
Zaten yakında olan yüzünü eğerek cümlemi güzel dudaklarıyla bölmüştü. Yumuşak baskısı anında gözlerimi kapatmama sebep olduğunda boştaki elim ilk önce omzuna, oradan da boynuna yerleşti. Üst dudağımı kavrayan ıslak dudakları aklımı peynir ekmekle yiyip en sonunda da bir güzel dibini sıyırmama sebep olurken pozisyonumuz oldukça rahatsız etmişti. Onun da aynı şekilde düşündüğünü tuttuğu bileğimden beni kendine doğru çekmesinden anladım ve yerimden kalkıp kucağına yerleşmem bir saniyemi dahi almadı.
Sırtımı direksiyona vurmamak için ekstra bir çaba harcamam gerekmedi çünkü kollarıyla sardığı belimi olabildiğince vücuduna yapıştırmıştı. Bu sırada yer değişikliğimden kaynaklı ayrılan dudaklarımız tekrar birleşti. Arabaya yayılan ıslak sesler bile beni öyle tahrik ediyordu ki kendimi istemeden Minho'ya bastırıyordum.
Bir süre sonra aralanan dudaklarımdan dilini sızdırdı. Ellerimden biri içki içtiği için kızaran boynundan gri saçlarının arasına daldı. O ise belindeki ellerini kalçama indirmiş ve orayı sıkıca tutmuştu. Hafifçe geri çekilip dudaklarımı yaladığında ayak baş parmağımdan kafamın tepe noktasına kadar kollarında titredim. "Mhm-Minho." İlk önce çeneme ordan da boynuma ıslak diliyle çizdiği yolu takip ederek inerken ağzımdan çıkanlara hakim olamamıştım. Ayrıca şu an tişörtümün içine sızan eli de hiç yardımcı olmuyordu gerçekten.
"D-dur." Boynumu ısırdığında kekelediğime inanamazken aslında düşünebilmeme çok şaşırmıştım. Daha ileri gitmeyi şu an dehşet istesem de içimde bir yerlerde filizlenen korku buna engel oluyordu. Özellikle de bugün eski sevgilisinin ölüm hikayesini dinlemişken onunla sevişemezdim.
Derin bir nefes verdiğini boynumda ıslattığı yerlerin üşümesinden anladım. Hemen ardından kafasını kaldırıp tek eliyle koltuğunu olabildiğince geriye ittirdi ve diğer eliyle kapıyı açtı. "Şu an gitmezsen kendimi tutabileceğimi sanmıyorum." Kucağında olduğum için alttan gözlerini gözlerime dikip söyledi. Tam da şu an inmem gerekiyordu ama gözlerinden gözlerimi ayıramıyordum ki. "Minho."
"İn, Jisung." Açtığı kapının tepesinden yarım yamalak içeri sızan sokak lambasının aydınlattığı yüzüne bakıp alt dudağımı ısırdım istemsizce. Bacağımdaki ufak dokunuşları içimi gıdıklıyordu ama inmem gerekliydi.
Yine de son bir kez eğilip uzun sayılabilecek bir öpücük bıraktım dudaklarına. Daha sonra "İyi geceler." diyerek kendimi bir hışımla dışarı attım. Kalbim küt küt atarken eğer dönüp bakarsam kesinlikle, yüzde yüz tekrar kucağına atlayacağımı bildiğimden koşa koşa evime doğru ilerledim ve demir kapıyı titreyen ellerimle ittirip içeri girdim. Yalnızca birkaç dakika sonra kulaklarıma dolan motor sesiydi ardından adımlarıma güç veren.
Hayatımın en güzel günlerinden birini geçirdiğimi kendime beton merdivenleri çıkarken itiraf ettim. Bugün o kadar çok şey olmuştu ki Chanhee denen çocuk dahil ancak başrolü hala Minho'nun cayır cayır yanan tenimde bıraktığı dokunuşları olmak üzere hepsinin beni bu gece uyutmayacağına emindim.
—
Aslında yarın atacaktım ama instadan attığınız ve paylaştığım STR temalı editler öyle yükseltti ki beni kdndksmdksksml şimdi buradayızz
Chanhee
Ay güzeller güzelim çok üzgünüm ölüverdin bi anda 😭😭😭
😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋😋