MAVERA

By cordeleima

254K 14.9K 12.9K

Kötü kızlar hiçbir zaman kazanamazlar. Ve bu hikayenin kötü kızı benim. Şöhret Serisi I. More

1. SAVAŞIN İLK MEŞALESİ
2. SOĞUK ELLER VE ZEHİR GÖZLER
3. ANLAŞMANIN İZLERİ
4. SOYTARININ ÇIKARLARI
5. SESSİZ ÇIĞLIKLAR
7. ZİHİNDEKİ SAVAŞ
8. ANILAR MEZARLIĞI
9. YALAN ÇIKMAZI
10. VEDALAR VE HATALAR
11. ZEHİRLİ VEZİR
12. ETKİSİZ ELEMAN
13. GİZLİ HARABE
14. BİR DARBE, İKİ YARA
15. ANLAMSIZ BULGULAR
16. YASAK İTTİFAK

6. SIRLAR VE ANLAŞMALAR

17.9K 1.1K 1K
By cordeleima







instagram; cordeleima
twitter: cordeleima wattpad: cordeleima




6. SIRLAR VE ANLAŞMALAR


Uzaktan, Göksel.
Breakfast, Dove Cameron.





Yapayalnız olduğumu, kimsem olmadığını tekrar ve tekrar fark edip hislerimin altında ezildiğim bir gün yaşıyordum.

Kendime acıdığım, kendimi bu hallere düşürenin aslında kendim olduğumu hissettiğim bir gündü. Bir sabahtı, belki de akşam. Günün hangi saatinde olduğumu bile bilemeyecek kadar zor durumda olduğum bir andaydım. Kimsesizliğimin ortasında, her zamanki gibi yalnızdım.

Hep yalnız olmama rağmen bu seferki yalnızlığım farklıydı. Bu seferki, hepsinden çok yakıyordu canımı.

Kimsesizliğim, her bir nefesimde göğüs kafesime batıyordu.

Tek başımaydım. Her zaman tektim ama bugün, her zamankinden de tektim. Tam şu anda etrafımda, kimsem olmayan kimseler bile yoktu. Koskocaman evde, gerçekten tek olduğum anlardan birinde, nefes alırken bile canı yanan bir hastaydım. Aldığı her nefes boğazına batan, ateşten artık zihni bulanmış herhangi biriydim.

Annem neredeydi, bilmiyordum. Babam neredeydi, bilmiyordum. Evin çalışanları neredeydi, bilmiyordum. Sevgim neredeydi, bilmiyordum. Eski Talya neredeydi, bilmiyordum. Ben her zaman bu kadar kimsesiz miydim, bilmiyordum. Hep mi bu kadar tektim, bilmiyordum.

Bilsem bile şu anki zihnim anımsamamak için çabalıyordu. Kendine daha fazla acı çektirmek istemeyen kalbim, zihnini susturuyor ve anılarımı zihnimden silmek için çaba veriyordu.

Kendi kendime her zaman mı bu kadar acınasıydım, diye soruyor ama bir cevap alamayacak kadar bulanık bir zihne sahip olduğumun farkına varamıyordum.

Ağlamaya bile halim yoktu. Ağlamak bile zor geliyordu. Gözlerimi açık tutmak da istemiyordum zaten. Tam şu anda zorla açık duran gözlerimi kapatmak ve bir daha açmamak istiyordum. Bir daha herhangi bir ışık görmemek, kendimi karanlığın kollarına bırakmak istiyordum. Hep olduğum gibi yapayalnız olacağım bir uçurumun dibinde, tek başıma bir sonsuzluğa yuvarlanmak istiyordum. Duyulmayan çığlıklarıma da son vermek, artık tamamen bir hiç olmaktan öteye gitmemek istiyordum.

Bu şekilde başlamamıştı günüm. Ama bitişi, her günümle aynı olacaktı sanırım. Yalnız başıma bitireceğim bir gün daha yaşayacak ve ardından, ertesi sabah olduğu zaman bugünü unutmuş gibi hareket edecektim.

Yarın olacaktı, okula gidecektim, Eflah ile Doğa'yı el ele izleyecektim.

Tamay ile dolaşacak ve Doğa'dan intikam isteği ile yanıp tutuşacak, günün sonunda yine ve yine, kaybeden ben olacaktım. Her şeyim, her günüm, her anım, her duygum, bir önceki günün aynısından oluşacak ve ben, her an biraz daha kendi içimde kaybolacaktım. Ama kendim bile buna engel olmak için çabalamayacaktım.

Ben böyle birisi değildim. Böyle birisi olmak istemiyordum.

Yemin ederim, istemiyorum. Ben böyle kötü olmak istemiyordum. Herhangi birisi kadar mutlu olmayı da istemiyordum. Birazcık mutluluk bulaşsa hayatıma yeter.

Gerçekten yeter. Fazlasını istememeyi, istediğimin minicik hayallerin bile gerçekleşmemesi sayesinde öğrenmiştim. Artık fazla hiçbir şeyde gözüm yoktu.

Belki de bu yüzden, hayatımdaki tüm fazlalar, benden birer birer kaçmışlardı.

Bilemezdim. Annemin, hayatımı var eden insan olmasına rağmen bozacağını bilemezdim. Bilemezdim. Herkesi ve her şeyi gören babamın, bir bana kör olacağını bilemezdim. Bilemezdim. Korumak için, benim yüzümden sorunlar yaşamaması için kalbimi değil de zihnimi dinlediğim sevgilimin, kendini kalbimden kendi kendine sökeceğini bilemezdim. Bilemezdim işte, bilemezdim.

Bilme şansım dahi olsa, bilmek istemezdim.

Derin bir nefes alıp yutkunduğum zaman boğazım acıdı. Sabah uyandığım zaman gerçekten şimdi olduğumdan iyiydim ama normal şartlara göre yine kötüydüm. Babam uyandırmıştı beni. Alnımdan öperken ateşimin çıkmış olduğunu fark etmiş ve beni hızla hastaneye götürmeye çalışmıştı. Ama bunu istememiş, neredeyse hastaneye gitmemek için ağlamamdan ötürü bu isteğimi kabul ettirebilmiştim. Babam da en sonunda beni hastaneye götürmekten vazgeçip doktor bir arkadaşını çağırmıştı. Başka bir şans bırakmamak için çabalamıştım çünkü.

Gelen doktor beni muayene etmiş, boğazlarımın enfeksiyon kaptığını ve açlıktan şüphelenerek halsiz kaldığımı dile getirmişti. Bir kan tatili istemiş, kanımı almıştı. Doktor açlık şüphesi ile konuşunca susmuş, hiçbir şey dememiştim. Doğruları dile getirmekten çekinmiştim. Bazı şeyleri yanlış yaptığımın uzun zamandır farkındaydım aslında ama sanki bu, benim kendi kendimi cezalandırma şeklimmiş gibi zihnime kodlandığından ötürü, susmayı tercih ediyordum. Susuyor, kendi kendimi bir ateşe bilerek atıyordum. Bile bile sonuma yürüyordum ama kimse tarafından durdurulmuyordum.

Doktorun koluma taktığı serum ve yanında olan birkaç ilacı kullandıktan sonra biraz gözümü açmıştım ama yine de okula gitmemiştim. Gitmek istemediğimden ötürü değil, babam izin vermediği için gitmemiştim. Özellikle de annemin gitmem gerektiğini söylediği o cümleleri zihnimde dönerken gitmek istemiyorum diyemezdim zaten. Çünkü annemin inadını, istekleri gerçekleşmediği zaman nasıl bir insana dönüştüğünü biliyordum.

Bir tek ben biliyordum, babamın böyle bir şeyden haberi yoktu.

Doktor serumum ile ilgilenirken babam tarafından evin çalışanlarına kahvaltıyı odama getirmeleri söylenmişti. Benim yaşlarımda olan Selma, elinde kocaman ve üstü tamamen, annemin yediğim zamanlarda kalp krizi bile geçirebileceği kahvaltı yiyecekleri ile dolu tepsiyi getirip odama girmişti. Tepsiyi yatağımın, daha doğrusu bacaklarımın üstüne bırakmıştı.

Hiçbirine elime bile sürmek gelmiyordu içimden. Ama herkesin, özellikle de doktorun gözleri üstümde dolaşırken bir şeyler belli etmemek amaçlı bir dilim salatalık alarak minik bir ısırık almış, herkesin bakışlarını benden çekmesini sağlayabilmiştim. Bir şeyler yemem için bakınan gözler benden ayrılmış, birbirlerine dönmüştü.

Babam ve doktor kenarda konuşurlarken annem yanıma yaklaşmıştı.

"Sakın ağır şeyler yeme," demişti. Sonra da sanki beni düşündüğündenmiş, hiç de kalori hesabı yapmıyormuş gibi devam etmişti. "Serum yiyorsun, mide bulantısı yapar ağır yiyecekler. Greyfurt suyunu iç, taze sıktılar."

Anneme bakarken gülümsemiştim. Ama bu bir mutluluk gülümsemesinden öteye, içimdeki acıların, umutsuzluğun, vazgeçişin yansıması sayılırdı. Tüm kırgınlıklarımı, her zamanki gibi kendi kendime sararken taktığım maskemdi. Anneme bir şey demedim. Greyfurt suyunu da içmedim. Etrafa bakındım. Ben hala tek bir salatalık ile ilgilenirken babam ve doktorun konuşmaları bitmiş, ikisi de bana dönmüşlerdi. Babamın durumdan pek memnun olmadığı açıktı.

"Aslında küçük bir soğuk algınlığı geçiriyorsun. Saçların ıslak bile yatmak buna sebep olmuş olabilir. Ama bu derece halsiz olmanın asıl sebebi düzgün beslenmiyor olman. Beslenmene dikkat etmen gerek. Genelde kilo almaktan kaçmak için yağ grubundan kaçınıldığı zaman böyle olduğunu görüyoruz. Yüksek ihtimalle sen de öyle yaptın."

Ben sadece yağ içerikli şeyler yemekten değil, genel olarak yemekten kaçınmıştım ama demedim.

Doktor anneme döndü, sanki dedikleri annem tarafından yerine getirilirmiş gibi.

"Bu sürede normal yediği yemekler harici, daha fazla enerji içeren yağlar grubundan beslenmesi iyi olur. Aşırıya kaçmadan ve protein miktarını da yok saymadan yağ alımını biraz arttırsın."

Annem bir şey demedi, sadece kafasını salladı. Doktor annemin anladığını düşünerek tekrar babama döndü.

"Ben zaten sana iyi bir diyetisyen arkadaşımın numarasını bırakırım. Onunla da görüşürsünüz. Ayrıyeten aldığım kanı da gerekli tahliller için laboratuvara göndereceğim hastaneye gidince, ilk iş olarak. Onun sonuçları çıkınca tekrardan uğrarım veya siz uğrarsınız. Hangi ilaçlara başlaması gerektiğine karar veririz."

Babam önce kafasını salladı, sonra tahliller ile alakalı bir şeyler sordu. Yanıtlarını pürdikkat dinledi. Sonrasında arkadaşını geçirmek için odadan onunla birlikte çıktı. Bu fırsattan istifade olarak bacaklarımda duran tepsiyi kaldırdım ve hala odanın kenarında bekleyen Selma'dan alıp aşağıya götürmesini rica ettim.

Artık yiyecek bir şeyler görmek bile midemi bulandırmaya başlamıştı.

Selma tepsiyi almak için bana doğru yürürken yarısını yediğim salatalık dilimini de tabağa geri koydum. Yüzüne bakıp hafifçe tebessüm etti, ardından taşımaktan dolayı kollarımı ağrıtan tepsiyi alıp aşağıya inerken annem dikildiği yerden yanıma doğru yürüdü ve yatağımın kenarına oturdu.

"Sanırım doktor haklı." Dedi annem, beni şaşırtarak. Ondan böyle bir cümle duymayı beklemezdim. "Senin için bir diyetisyen ile görüşeceğim. Kilo almayacağın şekilde bir diyet listesi oluşturmasını isteyeceğim. Hem kilo almaz hem de gerekli enerjiyi kazanacağın öğünler eklemesi sayesinde halsiz düşmezsin. Hiçbir zaman bünyen iyi olmamıştı zaten, son günlerdeki glutensiz beslenmen daha da tetiklemiş olabilir."

Bir şey demedim. Kafamı salladım.

"İstersen bu hafta sonu tenis antrenmanını tek ders ile sınırlandıralım. Tüm gün çalışmak seni normalden çok yorar. Kendini biraz daha iyi hissedince hafta içi tamamlarsın eksik saatlerini, ister misin?"

Bunu isteyerek demediğini biliyordum. İçten içe bu teklifini kabul etmememi istiyordu. Ben annemi biliyordum. O beni bilmiyordu ama ben onu biliyordum.

"Ona derse gittikten sonra karar veririm. İyi olursam tüm gün oynarım."

Annem kocaman gülümsedi. Sanki ona başka bir şey demişim gibi mutlu oldu.

Daha fazla böyle bir durumun ortasında durmak istemediğimden ötürü kolumdaki seruma dikkat ederek yatağımın içine biraz daha girdim. Gözlerimi kapattım. Annem uyuduğumu sanır ve gider diye umut ettim ama annem gitmedi. Aksine babam da geri geldi. Onun odama girmesi ile kapalı gözlerimi açtım. Uyumak istiyordum ama buna bile izin vermiyorlardı. Zaten çoğu şey benim isteğim dışı gerçekleşiyordu bu evde.

Babam yeni gelmemiş ve kısa zaman sonra dönmeyecek olsa direkt döner uyurdum ama o her ne kadar uzun kalacağını söylese bile ben kısa bir zaman sonra gideceğini biliyor ve bu yüzden babamla çok vakit geçiremediğimden dolayı da bu zamanları elimin tersiyle itmek istemiyordum.

Bu yüzden uykumdan feragat etmek zorunda kalıyordum.

"Senin için iki günlük rapor istedim. Yarın da gitmez, hafta sonu da dinlenirsin iyice. Gerekirse bir sonraki hafta içinde alırız raporu. Sen tamamen iyileşmeden yataktan bile kalmana izin vermiyorum."

Yarın okula gidecektim. Gitmeme şansım yoktu. Yarın Doğa'nın partisi vardı. Okula gitmezsem, ondan kaçıyorum gibi görünürdüm. Buna asla ama asla izin veremezdim. Zaten yerlere sürünen itibarıma, bir tekme de ben atamazdım. Kendi kendimi, kendim bitirtemezdim.

Yarın okula gidecektim. Akşamına da partiye...

"Hayatım, kızımız yarına daha iyi olacak. Rapora ne gerek vardı?"

Babam anneme iyi olmadığımdan ve dinlenmenin daha iyi geleceğinden falan bahsetti. Ama annem sadece okula gitmem gerektiğine dair cümleler kuruyordu. Babamın dediklerinin, annemin bir kulağından girip diğerinden çıktığına emindim. Onun için umurunda olan durum bu değildi. Başkaydı. Ama babam farkında bile değildi.

"Mine, sen aşağıya inip kahvaltıya başla istersen, ben devamında sana eşlik ederim. Vakıf toplantısına geç kalmak istemezsin, değil mi?"

Annem ikimizin yanında durmuş sürekli Talya okula gitmeli ve benzeri cümlelerini arttırdığı için böyle bir çözüm bulmuştu babam ve annemin can damarına dokunmasından ötürü, annem daha fazla durmadan kahvaltıya inmişti. Vakıf işlerine geç kalması için dünyada kıyametler kopması gerekirdi. Kızının hastalığı, geç kalmasına sebep verecek bir neden değildi.

Annem kahvaltıya indikten sonra babam biraz daha benimle durmuş, bütün gün yanımda duracağını söylemiş, birlikte film izlemeyi falan teklif etmişti. Ama ben biliyordum, daha babam bu teklifi yaptığı ilk saniye, günün devamında tek olacağımı. İlk saniyeden bunu hissetmiştim.

Öyle de oldu.

En başta öyle değildi. Babamla bir film seçtik, izlemek için. Hatta izlemeye de başladık. Babam evin çalışanlarından bir sürü çeşit atıştırmalık hazırlamalarını isteyip yatağımın ortasına koymuştu. Yatağımın karşısında duran boş duvara da projeksiyon yardımı ile seçtiğimiz filmi yansıtmıştık.

Aslında en başta güzeldi. İlk yirmi dakikayı, babamla yan yana oturup gülüşerek geçirmiştik ama yirmiden sonrası için ne ben filmi düzgünce izleyebilmiştim ne de babam. Çünkü gelen telefon aramaları ve mesaj seslerinden işe çağrıldığını anlamak zor değildi. Ama gidemiyor, bana gitmek istediğini söyleyemiyordu.

Filmin asıl kısımlarının başlayacağını anlayınca babama dönmüştüm.

"Baba, bence sen işe git. Benim uykum geldi, serumdan ötürü. Birkaç saat uyusam iyi olur." Babamın aslında mutlu olduğunu ama bunu belli etmemek için çabaladığını görmek, kalbimi kırdı ama sustum. "Sonra devam edeceğiz ama." Derken bile bunu içten demiyormuş gibi hissettim. "Hatta serinin kalanını da peş peşe izleyeceğiz."

İlk filmi izlemiştik de gerisi kalmıştı...

Ben babamı yalandan onayladım ve bu sayede gülerek odadan çıktı. Aşağıdan birkaç kez anne ve babamın seslerini duydum. Sonra sırayla, önce annem geldi yanıma, sonra babam. Annem çalışanlara benim için yemek fikirleri verdiğini söyledi. Sadece onları yemem gerektiğini ekledi.

Annem gittikten sonra babam geldi. Özür diledi. Hafta sonu bunu telafi edeceğini birkaç kez dile getirdi. Gülümsedim sadece. Bir şey demedim. Yemek yememi söyledi, o da çalışanlara benim için en sevdiğim yemekleri yapmalarını söylediğini söyledi. En sevdiğim yemeği ben bile bilmiyordum. O yüzden babam da bilemezdi.

Büyük ihtimalle, rastgele bir şeyler demişti. Ya da kendi en sevdiği yemekleri.

O ikisi odamdan çıktıktan sonra birkaç saat tamamen tektim. Bir süre serumun varlığını unuttum ve hatırlamamı sağlayan şey, serumun borusuna dolmuş kanım oldu. Birkaç kere daha başıma geldiğinden telaş yapmadım. Alışık olduğumdan ötürü serumu kapattım, ardından kolumdan söktüm.

Serumumu bile kendim çıkarttım.

İğneyi düzgün sökemediğim için kanamaya başlayan kolumun içine bir pamuk bastırdım. Ardından zor da olsa yatağımdan kalktım. Serumu alıp aşağıya indim. Yatağımın üstündeki, babamın hazırlattığı tepsiyi taşıyacak gücüm yoktu. Onu aşağıdakilerden almasını isteyecektim.

Ben aşağıya inerken öğleni geçmişti saat. Evin içinde çıt bile yoktu. Mutfağa gidince sadece iki kişi kaldığını gördüm. Ayşen Hanım ve Selma vardı bir tek. Onlar da anne ve babamın benim için söyledikleri yemekleri yapmaya hazırlandığını fark edince durdurdum. Yemeyeceğim şeyleri yapmalarına gerek yoktu.

Hiçbir şey yemeye halim bile yoktu.

"Siz benim için hiçbir şey hazırlamayın. Annem ve babamın akşam yemeğini hazırlayıp o saate kadar müştemilata geçebilirsiniz. Ben zaten akşama kadar uyumayı planlıyorum, burada beklemenize gerek yok."

Selma elindeki turpu bıraktı ve ellerini, belinde asılı havluya sildi. "Ama Talya Hanım, Mine Hanım akşam yemeği için kendilerine bir şey hazırlamamızı istemedi. Sadece size yemek hazırlamamız yeterliymiş."

Anlamaz gibi kaşlarımı çattım. Ne alakaydı? Yine mi beni evde tek bırakıp karı koca partilere gideceklerdi?

"O zaman siz her şeyi yerli yerine kaldırın. Yemek yapmayı da bırakın. Ben acıkınca size haber veririm veya dışarıdan söylerim. Evinize geçebilirsiniz, ben kendi başıma hallederim her şeyi." Durdum. Odamdaki tepsi aklıma geldi. "Yalnız odamda hazırladığınız atıştırmalıklar duruyor. Ben taşıyamadım, onu alır mısınız?"

Onların başka bir şey demesini beklemeden mutfaktan çıkmış, odama geri dönmüştüm. Telefonumu elime almış, Tamay'dan gelen mesaj ve aramaları görmezden gelip annemin adına tıklayıp telefonun çalmasını ve yanıtlanmasını beklemiştim. Bir süre çalan telefonun ardından açılmayacağını düşünmüştüm ama telefon tam kapanmak üzereyken açılmıştı. Ama açan kişi annem değil, asistanıydı.

"Buyurun, Talya Hanım."

"Merhaba, Engin. Annemi verebilir misin?"

Engin boğazını temizledi. Anlaşılan annemi veremezdi. Tekrar annemi istedim telefona ve bu sayede konuşmayı tekrardan öğrendi ve beni hiç de şaşırtmayacak cümleleri sıraladı.

"Mine Hanım şu anda vakıf toplantısında. Bugün akşama kadar dolu, akşama da katılması gereken bir vakıf yemeği var. Eğer siz ararsanız babanızın da şirkette sabahlaması gerektiğini iletmemi istedi. Ama eğer babanız sizi ararsa yanınızda bir arkadaşınız olduğunu söylemenizi rica etti."

Rica etmemiş, emretmişti ama Engin bunu o şekilde diyemeyecek kadar nazik kalpliydi.

Engin'in göremeyeceğini bilerek gülümsemiştim. Ardından ona teşekkür edip telefonu kapatmış, hatta odanın bir köşesine fırlatmıştım. Kırılmıştı yüksek ihtimalle ama o an hiç umurumda değildi. Yatağıma girip evin içi sıcak olmasına rağmen yorganımı kafama kadar çekmiş, tüm ışığımı kesmiştim.

Ardından ise kendimi uykuya bırakmış ve zihnimdeki her şeyi silip saatler sürecek bir uykuya bırakmıştım kendimi. Ne kadar saat uyuduğumu bilmiyordum ama yaklaşık beş dakika önce, rüyamda, daha doğrusu kabusumda gördüğüm anın korkusu ile gözlerimi aralamış, çekili perdelerimden ötürü karanlığa bürünmüş odama gözlerimi açmıştım. Perdeleri kimin kapattığını bilmiyordum ama iyi ki kapatmıştı.

Son zamanlarda gördüğüm rüyaların aynısıydı. Ölüyordum. Kiminde bir uçurumdan düşüyor, o düşmenin etkisi ile uykumdan oluyordum; kiminde ise bir kurşunun kalbine saplandığı gerçekten hissediyormuş gibi olup acıyla. Ama bu seferkinde farklıydı ölümüm. Direkt olarak bir havuza atıyordum kendimi.

Sonrasında ise sanki yüzme bilmiyormuş gibi bırakıyordum kendimi.

Boğulduğumu biliyor, hissediyor, acı çekiyor ama yine de hamle etmeden duruyordum havuzun içinde. Bilim insanlarına göre rüyalar, sandığımız kadar sürmezdi ama ben, bu rüyamın dakikalar sürdüğüne emindim. Uyurken bile, sanki gerçekten boğuluyormuş gibi hissettirecek kadar gerçekçi bir rüyaydı çünkü.

Ve rüyanın acısıyla uyanmam, hislerimi doğruluyordu bence.

Yatağın üstüne sırt üstü uzanmış tavanı izlerken ağladığımı hissediyordum. Gözyaşlarım, yanaklarımdan bir yol çizmişlerdi kendilerine. Çeneme kadara ilerleyip boynuma dökülüyorlardı ama kendime bakmaya, ağlayan Talya'yı görmeye halim yoktu. Acınası halimi herkesten saklarken kendimden de saklamayı öğrenmiştim çünkü.

Bu yüzden, şimdi de minik bir yağmur gibi peş peşe akan yaşlarımı, yok sayıyordum. Elimle bile silme gereği görmüyordum. Ellerimi saçlarıma yaslamış ağrıyan başıma masaj yapmaya çalışıyordum ama pek işe yaradığı söylenemezdi.

Kendi kendime mırıldandım. "Başım kopuyor sanırım."

Gerçekten başım kopuyormuş gibi bir ağrıydı. Sanki birileri, önceki kabuslarımda gördüğüm gibi tam olarak kafamın ortasına bir şeyle vurmuş gibi, insanı çileden çıkartacak bir ağrı vardı.

İlaç içsem geçerdi belki ama yataktan kalkıp da aşağıya inecek ve ecza dolabından baş ağrısına iyi gelecek bir ilaç bulacak halim yoktu. Elimi kolumu kaldıracak halim bile yoktu. Sadece ve sadece aynı bu şekilde, tavana dönük yatmak ve hala akmaya devam eden gözyaşlarımı yok sayma isteği vardı içimde.

Odamın perdeleri, sıkı sıkıya kapalı olduğundan saati tahmin bile edemiyordum ama çok da erken olmadığına emindim. Baya uyumuş olmalıydım. Yoksa bu denli bir baş ağrısı çekmezdim sanırsam. Saçlarımı yolmak istercesine çekiştirmek, biraz da olsa ağrıyı hafiflettiğinden, saçlarımı çekip durdum.

Aslında Selma'yı arasam benim için ilaç getirirdi. Telefonumu almak için elimi yan tarafa attım ama boşluktu. Diğer tarafa attığım zaman yine boşlukla karşılaşınca daha fazla yatar durumda kalamadım ve hızla doğruldum. Ani doğrulmam sebebi ile kısa süre başım dönse de hemen geçti.

Etrafıma bakındım. Telefonum nerede diye, bakışlarımı tüm odada gezdirdim. Olduğum yerden bulamayacağımı anlayınca oflayarak ayaklandım ve ayaklanır ayaklanmaz, odamın kenarında duran yarısı boş kitaplığın altında duran telefonumu fark ettim.

Engin ile olan konuşmamdan sonra telefonu, hiç sonrasını düşünmeden fırlattığım, daha yeni aklıma gelmişti.

Elimle alnıma vurdum. Ama vurur vurmaz zaten ağrıdığı aklıma geldi ve vurmamım etkisi ile daha da büyük acı çektim. Gerçekten şu günde, düzgün giden tek bir işim yoktu.

Telefonuma ilerlerken konuştum. "Umarım, açılırsın. En azından babamı arayıp yeni telefon istememe müsaade et. Bak, çok önemlisin, lütfen bozulma."

Telefon önemliydi. Şimdi kırılmışsa annemin yeni bir telefon almama bile bir süre izin vermeme ihtimali vardı çünkü bunu yeni almıştım. Ama babamın yeni almış olduğumdan haberi olmadığı için bir şey demezdi.

Kitaplığa varınca eğildim ve telefonumu aldım yerden. Daha ekranın açılıp açılmadığına bakamadan, tam o anda, odama kadar ulaşan kapının zilinin sesi ile önce duraksadım ve derin bir nefes çektim içime. Evde birileri yoktu. Çalışanlar çoktan müştemilata gitmiş olsalar gerekti, ben dedikten sonra.

Yani kapıyı benden başka açabilecek tek bir kişi bile yoktu.

Evimiz zaten üç kişi için fazla büyüktü. Çoğu zamanda da annemle ben oluyorduk. Çalışanlar da geceleri kendi evlerine geçiyorlardı. Ve bu his, ne kadar yalnız olduğumu bir kez daha vurdu yüzüme. Her zaman tek olmaya mı mecburdum? Hep böyle mi olacaktım?

Hiçbir zaman ailem olmayacak mıydı?

Zil tekrardan çalmaya devam ederken aklımdaki tek şey ailemdi. Annem ve babam. Sadece bu ikisinden ibaret olan ailem. Tam olarak ailem gibi hissedemediğim ailem. Annemin akrabalarına dair bildiğim en ufak bir şey bile yoktu. Babamın anne ve babasını da seneler önce kazada kaybetmiştik.

Zaten geriye kalan akrabaları da burada yaşamadığı için görüşmezdik.

O yüzden bu kadarcık ailem. Minicik, kolayca parçalara ayrılacak bir kümeydi. Hayatımın hiçbir anında kalabalık bir ailem olmamıştı. Sadece anne ve babam vardı.

Ama artık, onlar da yok gibiydi.

Onların varlığı ve yokluğu konusunda kesin kararlarım olmasa bile, onlarda bir önemim kalmadığının son derece farkındaydım. Ailem için bir önemim yoktu sanki.

Ve ailesi için önemi olmayanın, kimse için, bir önemi olmazdı. Artık sadece zil sesi değil, giriş kapısına vurulma sesi de odama kadar gelmeye başlayınca açmam gerektiğini hissetim ama kapıyı açmak istemiyordum. Kimin geldiğini de merak etmiyordum. Zaten telefonum da çalışmıyorken sadece yatağıma dönüp yatmak istiyordum. Zaten halsizken ve baş ağrım varken aşağıya inmek ölüm gibi geliyordu şu an. Sadece yatmak ve hatta yok olmak istiyordum.

"Talya, evde olduğunu biliyorum, aç kapıyı."

Birinin, birisi değil Tamay'ın, avazı çıktığı kadar bağırdığını duyunca kaşlarımı çattım.

Evimde ne işi vardı bunun? Burayı kendi evi gibi bellemiş, sürekli geliyordu. O an, evime gelmiş olmasının siniri ile ne yorgunluğum aklıma geldi ne de baş ağrım ve hızlı sayılacak adımlarla aşağıya inmek için merdivenlere ilerlemeye başladım. Yine ne istiyordu? Böyle sürekli buraya gelmeye devam mı edecekti? Hepsinden önemlisi, Tamay'ın asıl amacı neydi ve kimdi?

Zihnimde dönen sorulara ara verip kapıya vardım ve açtım. Tam o sırada tekrardan kapıya vurmak için hazırlanan Tamay'ın yumruğu ile burun buruna gelmiştim. Aniden açmam ile şaşırmış ve yumruğunu indirmişti, kapıyı vurmak için kaldırmış olsa gerekti, kenarda, yerde duran torbaları eline almıştı.

"Kapıyı neden açmıyorsun?" Tamay eline aldığı torbalar ile içeri girdi. Hiç girmesine izin veriyor muyum diye bile sorma gereği görmemişti. "Sabahtan beri seni en az yüz kırk sekiz kez aradım. Bir zaman sonra tamamen kapandı telefonun. Neden açmıyorsun?"

Sanki keyfimden açmıyordum.

"Telefonum bozuldu, Efendim Tamay." Ellerimi önümde birleştirmiş, eğilir gibi yapmıştım. "Çok özür dilerim sizden, telefonlarınızı açmadığım için. Biliyorum, ben sizin kölenizim ve her telefonunuzu açmam gerek."

Ellerindeki torbalar ile durmuş beni izlerken oldukça yüksek sesli bir kahkaha attı.

"Aferin, efendinin kim olduğunu bil!"

Böyle demesi ile sinirlendim. Ellerimi çözdüm ve etrafıma bakınarak ona atabilecek bir şey aradım. İstediğim gibi bir şey bulamayınca ne olursa olsun diyerekten, annemin dresuar üstüne koyduğu mini bibloyu aldım ve kafasına gelmeyecek şekilde, ona doğru attım.

"Ah, ne yapıyorsun, ruh hastası?" Tam olarak kasığına gelen biblo ile torbaları yere bırakıp kıvrandı. "Kafama atsan daha iyiydi."

"Kafanın içinde zaten minicik bir beyin var ve o da bana bir süre lazım. O yüzden beni biraz daha sinirlendirip bir sonraki bibloyu kafana yemeden önce hemen evimden git."

Kafasını iki yana salladı. Dediklerim hiç umurundaymış gibi değildi. Dediklerimi umursamadığını açıkça belli de ediyordu. Biblonun acısı geçmiş olsa gerek doğruldu ve torbaları geri alıp zaten yerini bildiği mutfağa ilerledi. Bugün onunla uğraşamayacağım için ona arkamı dönerek odama ilerlemeye başladım.

O kendi kendine, ne yapıyorsa yapabilirdi.

Benden uzak şekilde.

Merdivenin başlangıcına gelince basamağa doğru meyledecekken dönen başım ile merdiven tırabzanına tutunmaya çalıştım ama geç kalmıştım. Merdivene doğru düşünce, dizim merdivenin sivri köşesine çarptı, fazla hasar almamak için öne uzattığım ellerim, sert çarpma ile acıyla sızladı.

Bakışlarımı yerdeki ellerim üzerinden kaldırmadığım için kafam öne eğik duruyordu.

Tamay'ın "Talya," diye bağırdığını duydum ama kafamı yerden kaldırmadım.

Dizim acıyordu ama asıl canımı yakan, yere bakmama sebep olan dizimin acısı değildi. Kendime olan acımdı. Kendime karşı duyduğum acıma duygusu, tam şu anda tüm hücrelerimi sarmıştı.

Yazıktı bana. Gerçekten yazıktı. Yazık olmuştu.

Tamay'ın yanıma doğru geldiğini ayak seslerinden anlayabiliyordum ama istemiyordum. Yanıma gelmesini, beni kaldırmasını ve belki de odama kadar eşlik etmeyi teklif etmesini falan istemiyordum. Kimsenin yardımına ihtiyacım yoktu benim. Asıl yardım etmesi gerekenler etmezken buna zorunlu olmayan birinin yardımını istemiyordum.

"İyi misin?" diyerek beni oturduğum, daha doğrusu düştüğüm yerden kaldırmaya çalıştı Tamay. Kalkmak istemediğimden ötürü ona izin vermedim ve tuttuğu kolumu elinden kurtardım. Yardım falan istemiyordum. "Yerde oturma. Gel, seni salona götüreyim."

"Sana ne? Neden geldin sen? Evimde ne işin var?"

Sesim sert çıksın diye uğraşıyordum ama sert çıktığı söylenemezdi.

"Biz seninle okulda zaten hep yan yana olmak zorundayız. Ben seni bir de hep evimde mi göreceğim? Sen sürekli kuyruk gibi peşimde mi dolanacaksın?"

Belki onu kırarsam gider, diye düşünmüştüm.

Çünkü birisi kırıldığı zaman, düşüneceği tek şey kırgınlığı olurdu ve karşısındakine yardım etmek istemezdi.

Belki Tamay'ı kırarsam o da artık bana yardım etmek istemez diye düşündüm. Sesimi sert çıkartmaya çalıştım. Sanki onu aşağılıyormuş gibi konuşmaya çalıştım. Ne kadar başarılı olduğumu yüzüne bakarak anlamaya çalışırken onun kurduğu cümle ile, tüm çabalarımın boşa olduğunu fark ettim.

"Tamam, ben seni kaldırmayayım. Ama sen kendin kalk. İçeri kendin gidemezsen yardım ederim ama sen kendin de gidebilirsin sanırım. Sen içeri beklerken ben de sana yemek hazırlayacağım. Dizinde bir yara varsa da söyle, ona göre pansuman yapalım."

Ben o beni bıraksın, evimden gitsin diye neler diyordum, o ne anlatıyordu. Bana yemek falan yapmasını istemiyordum. Gitmesini, beni tek bırakmasını istiyordum. Ama bunu yapmayacağı, beni tek başıma bırakmayacağını oldukça iyi bir şekilde anlatıyordu. Git lafından anlamıyor, anlasa bile anlamazdan geliyordu.

"Ayrıca yemek yemediğinin farkındayım. Kim yüzünden veya ne sebepten yemiyorsun bilmiyorum ama böyle devam edersen seni Mine Teyzeye ispiyonlayacağım, haberin olsun."

İşte, bunu demesi ile kahkahalar atmaya başladım. Ellerimde olan bakışlarımı çekmiş, merdiven basamağına sanki düşmüş gibi değil de kendi isteğim ile oturmuş gibi yaptım. Kahkahalar attım.

Beni anneme ispiyonlayacağını söylüyordu.

Kimine göre ne kadar normaldi. Sonuçta o benim annemdi, ben onun kızıydım ve ben, yemek yemiyor ve sağlık sıkıntıları yaşamama rağmen buna devam ediyorsam anneme söylerdi. Anne de kızına dayanamaz, onun iyi olması için gerekirse zorla yemek yedirir, onu hastaneden hastaneye koştururdu.

Normal olan buydu çünkü. Tamay haklıydı. Olması gereken buydu.

Ama asıl olan, benim bu halimin sebebi, Tamay'ın beni ispiyonlayacağı kişinin bizzat bana bunları yaşatan kişi olmasıydı. Annemdi zaten benim bu halde olma sebebim.

Bizzat benim kendi annem.

Benim hala deli gibi gülmeye devam ettiğimi gören Tamay, hafif tırsmış gibi bakıyordu bana. Biraz uzağımda, mutfak girişinin önünde bekliyordu.

Yüzündeki ifadeden halimi hiç beğenmediği açıktı.

Bu zaman kadar hep, başkaları beğensin, başkaları konuşsun, başkaları imrensin diye vardım. Her seferinde, bizzat annem tarafından sırf bu sebeplerden ötürü hazırlanırdım. Her yere zorla götürülür, her yerde boy gösterisi yapmak zorundaymışım gibi davranılırdı bana karşı.

Ve hiçbirine hayır diyemezdim. Hakkım yoktu. Annem, her şeyin benim için olduğunu söylerdi.

Ama aslında her şey, onun içindi. Annem ve bir türlü vazgeçemediği babamın soyadına statü katma isteğiydi.

Şimdi de Tamay'ın bakışlarından bunun tam tersi birisi olduğumu anlıyordum. Tam tersiydim. Berbattım. Berbat haldeydim. İmrenmeyi geçtim, beni bu halde gören birisi, benden kaçmak için çabalardı.

Ağlamak geldi içimden. O kadar çok güldüm ki duygularım birbirlerine karıştı ve ağlamak geldi.

Ama karşımda da Tamay vardı. Birinin karşısında ağlamazdım. Ağlamayacaktım.

Kendimden vazgeçsem bu prensibimden vazgeçmeyecektim.

Merdivenin korkuluğun tutunarak ayaklandım. Dizime bakmadım ama kanadığını, bacağıma doğru ilerleyen sıcak histen ötürü anladım. Dizim kanıyordu.

Tamay'ın bakışları üstümde dolaştı, bir yaram var mı yok mu diye anlamak için sanırım ama altımdaki eşofman altından ötürü kanayan dizimi fark edemedi. Zaten etmesini de istemezdim. Başım hala hafifçe dönüyordu ama salona gidemeyecek kadar kötü halde değildim. Yavaş adımlarla ben salona giderken Tamay hala olduğu yerde duruyordu. Salondan, mutfağın sadece girişi görünüyordu, içini göremiyordun. Salondaki beyaz L koltuğa otururken hiç kanamış dizim umurumda bile değildi.

Hatta aksine, keşke kanım koltuğa geçseydi de annem veya babam fark etseydi.

Dizimi uzatabilecek şekilde oturduğum zaman Tamay arkasını dönüp mutfağa ilerledi.

"Ne seversin bilmiyorum. Dışarıdan da bir şeyler söylemeyeceğim. Ben ne yaparsam onu yemek zorundasın ama merak etme, ağır şeyler yapmam." Aklına bir şey gelmiş gibi durdu. "Alerjinin olduğunu bir şey var mı?"

Onu tam olarak dinlememiştim bile. "Yok," dedim öylesine.

Gerçekten yoktu. En azından bildiğim kadarı ile. Kafasını salladı ve tamamen girdi mutfağa. Arkasından, zaten içerisi görünmediği için daha da bakmadım. Bakışlarımı koltuğun tam karşısında duran şömineye çevirdim. Keşke yansaydı. Çünkü üşüyordum. Aslında evin soğuk olma ihtimali yoktu.

Her zaman yanardı ısıtma sistemi ama ben üşüyordum.

Kafamı koltuğun üstüne yasladım ve yan tarafımda duran kumandayı alıp televizyonu açtım. Kanallarda gezerken ne izlesem bilmiyordum. İzlemek istediğim herhangi bir şey de yoktu zaten. Kanallar arasında gezmem sayesinde de saati öğrenmiştim. Hala akşam olmamıştı. Saat daha dörde yeni geliyordu.

Ve bugün nasıl bitecekti, bilmiyordum.

Kanalların birinde, bir yarışma programı bulunca onda kaldım.

İzlemeyecektim aslında ama arkada çalıp durabilirdi. En azından yalnız olduğumu unutmamı sağlardı.

Gözlerim ekranda, zihnim ise boşlukta asılı dururken mutfaktan azıcık da olsa gelen Tamay'ın sesi, kendimi daha az kötü hissetmeme neden oldu ve bu beni şaşırttı. Bu şaşkınlığım ve yüzümü artık iyiden iyiye basan alevle gözlerimi kapattım. Aslında uyumuyordum ama gözlerimi açık tutacak halim de yoktu.

Ne kadar süre o şekilde durdum, hiçbir fikrim yoktu.

Ama alnıma konan soğuk ve ıslak elle kendime gelip gözlerimi aralamaya çalışsam da başarılı olamadım.

"Yanıyorsun sen, Talya," diyen ve ıslak elini alnıma koyan Tamay'dı. "Uyan, ateşin çıkmış. Doktor çağıracağım."

Hem konuşuyor hem de beni yattığım yerden kaldırmaya çalışıyordu ama pek başarılı olduğu söylenemezdi.

"Bırak beni," derken kolumdaki elini itmeye çalıştım. "Elin çok soğuk. Bırak!"

"Elim soğuk değil, senin ateşin var."

Telefonla konuştuğunu duydum. Birkaç kez ateşi çok, demişti. Teyze, demişti. Kimse yok da demişti. Hepsini duymuştum aslında ama zihnim, kelimeleri bir cümleye dizememişti. Ne kadar çabalasam bile bir cümle oluşturmamıştım ve zaten, sonra telefonu kapatmıştı. Ofladı. Sonrasında tekrar bana yaklaştı.

Yine elini alnıma koyunca inleyerek elini itmeye çalıştım. Bu sefer az öncekinden de derin bir nefes aldı.

"Şimdi onu arayacağım diye belamı sikecek ama aramazsam da sikecek."

Kısa bir es verdi ama o sırada da telefonundan çalma sesi çıkıyordu. Birini daha arıyordu yani.

"Neyse, en azından gelip senle ilgilensin. Çok ateşin var, böyle olmaz."

Telefonun çalma sesini duymayı kestim. Ya aramayı sonlandırmıştı ya da hoparlörü kapatmıştı. Hangisi bilmiyordum ama yanımda uzaklaştı. Alo, dediğini de duydum. Ah, karşı taraf telefonunu açmıştı herhalde.

"Buldum, evdeymiş ama sıkıntı büyük." Yine kısa bir es verdi. "İnan bana şu an kiminle ne yaptığın sikimde bile değil. Kızı kandıracağım diye eve atacağına gel, bu kızla ilgilen. Hali, hal değil." Yine bir es verdi. "Sana diyorum ki kız bitik. Benim yapabileceğim hiçbir şey yok ve evde de kimse yok."

Zihnim tekrardan bulanıklaşmaya başlamıştım. Tam şu anda etrafımı bile seçemiyordum. Tamay'ın sesi bile o kadar uzaktan ve tanımıyormuşum gibi geliyordu ki kendi kendime şaşırmadan edemiyordum. Ama onun konuşmaya devam ettiğini de anlayabiliyordum. Ben yokmuşum gibi rahattı.

"Gelsen iyi olur. Çok kötü görünüyor, ateşi çok. Elimi alnına koyunca üç saniye tutamıyorum bile. Bizim doktoru, teyzemi aradım, gelecek." Tamay'ın bir süre sustuğunu duydum. Sonrasında konuşmaya devam etti. Ve her bir cümlesi zihnime battı. "Kardo, kız berbat halde. Birine ihtiyacı var ve bu biri ben değilim."

Ağlamak istedim. Delicesine, halime, acınası ruhuma, kimsesiz kalbime, sevgiye layık görülmeyen benliğime...

Her şeyime ağlamak istedim.

"Tamam, kapıyı açayım, gel kendin bak. Gözünü açacak hali bile yok zaten. Senin olduğunu bile anlamaz, anlasa bile yarına hatırlamaz." Susup karşı tarafı dinledi. Asla anlamadığım birkaç kelime duydum, Tamay'ın söylemediğini bildiğim. Sonra tekrar Tamay konuştu. "O zaman ne uzatıyorsun, bu kız ateşlenince o anları tamamen zihninden siliyorsa. Sikik sokuk davranma ve gel."

Kim olduğunu düşünmemek için çaba sarf ediyordum ama merak etmiyor da değildim.

"Belki o zaman kararlarında bir değişiklik olur. Yoksa bu iş böyle gitmez, ben de seninle oyuna devam etmem."

Son sözleri ile kendimi zorlayarak gülümsedim.

Biliyordum zaten. Tamay'ın bir şeyler peşinde olduğunu biliyordum. Ama bu kadar rahat konuşmasını da anlamıyordum. Zihnimin bulanıklığından ötürü mü bu kadar rahat konuşuyordu yoksa artık bir şeyleri fark etmemi mi istiyordu, bilmiyordum ama bunları, onun ağzından duyduğum oyuna devam etmem lafını unutmak istemiyordum.

Fazla ateşten ötürü, eğer ki az önce duyduklarımı unutursam kendime çok kızardım.

Evet, unutup unutmamak benim elimde değildi ama unutursam da kendi salaklığıma yanardım. Ateşimin artık daha da arttığını, oturduğum yerde soğuk olmadığını bildiğim yerde, titreyecek kadar üşümemden ötürü fark ediyordum.

Başımın ağrısı da iyiden iyiye artmıştı. Artık gerçekten çatlayacağını düşünüyordum. Kendimi soğuktan kurtarmak için kollarımı kendime sarmakla ağrıyan başıma ellerimi bastırmak arasında gidip geliyordum. Aslında doktor serum yaptıktan sonra gayet iyi olmuştum ama şimdi, neden aniden tekrar rahatsızlandığımı anlamıyordum.

Mide bulantım, baş ağrım, ateşim üst üste gelmişti ve gerçekten tüm hücrelerimin ağrıdığını hissediyordum.

Bağışıklığım, zaten hiçbir zaman çok iyi olmamıştı. Her zaman, çok çabuk hastalanan bir insan olmuştum ama şimdi, daha da beter haldeydim. Annemin benim fiziksel durumumu korumak adına yaptığı şeyler, kısıtladığı öğünlerim ve yazdırdığı tenis, bunu iyiden iyiye aşağıya çekmişti.

Ama bunları düşünerek kendi mental sağlığımı daha da aşağıya çekmek istemiyordum. Annem ve takıntıları konusunda elimden gelen herhangi bir şey yoktu.

Bunları düşünmekten vazgeçeli çok uzun zaman olmuştu.

"Sikeceğim onun yapacağı işi de. Aptal, beyinsiz. Yaptığı plana sokayım ben onun."

Tamay başımdan ayrılmamış, karşımda ayakta durmuş şekilde söyleniyordu. Gözlerim kapalı olduğundan, tam olarak göremiyordum onu ama sesi yakından geldiğinden orada durmaya devam ettiğini düşünüyordum.

Ayrıca sesi de her bir kelimesi sanki ayrı bir frekanstan, insanı delirten bir sesmiş gibi geliyordu.

"Sus artık, başım ağrıyor."

Gözlerimi hafif aralamaya çalıştım, yine pek başarılı olamadım ama Tamay'ın bana yaklaştığını hissediyordum. L koltuğun, yan tarafımda kalan kısmına oturdu. Elini tekrar alnıma yasladı.

"Teyzemi çağırdım, gelip seni kontrol etmesi için. Aşırı derecede ateşin var." Durdu bir süre. "Annenler nerede? Bu kadar hasta olduğunu biliyorlar mı?"

Buna yanıt vermedim. Zaten ne yanıt verebilirdim.

Annem de biliyordu hasta olduğumu, babam da. Ama hangisi vardı yanımda?

Hiçbiri. Her zaman olduğu gibi hiçbiri yoktu.

Tamay sorusuna bir yanıt almayacağını anlamış olsa gerek, tekrar etmedi ve yan tarafa gelişigüzel yayıldı. Oldukça rahattı, başkasının evinde olmasına rağmen. Onunla, hiçbir zaman tam olarak yakın olmamıştık. Ta ki bu anlaşmaya kadar ama biraz hızlıydı sanki. Çok çabuk adapte olmuştu arkadaşlığımıza.

"Sabah bana mesaj atsaydın en başında gelirdim. Farkındaysan biz bir ekibiz ve ekip üyeleri her ne olursa olsun birbirlerine sahip çıkar. Sana kimse öğretmedi mi bunu?"

"Pişmanım." Neyden pişman olduğumu söylemedim ama o anladı.

Güldü. "Son pişmanlık çare etmez, Talya Hanım. Bana mecbursun artık. Bu yoldan geri dönme şansın yok. Benim de yok. Birlikte bir intikamı peşine düştüğümüz için, birlikte ilerleyeceğiz."

Sanırım hala, telefon konuşmasını duymadığımı düşünüyordu. Ya da unutacağımı var sayıyordu.

"Ben kendim anlıyorum ama senin neyin intikamını istediğini anlamıyorum, bir türlü. Sen bu kıza aşık değil misin? Benim ondan intikam alıp belki de tüm şöhretini bitirmeme neden yardım ediyorsun?"

"Sen, Doğacığımın hayatını kararttığı zaman birisinin ona ağlayacak omuz olması gerek." Gözlerimi açabildiğim zaman bana göz kırptığını gördüm. "Ben seve seve ona ağlayacak omuz olurum."

Salağın önde gideniydi.

"Evime kimi çağırdın? Telefonda birisine gel, dedin. Kimdi o?"

Bunu beklemediği açıktı. Tamay, gerçekten konuştuklarını duymadığımı düşünüyordu.

"Seninle anlaşma yapmamı isteyen kişi ile konuşuyordum." Sırtını koltuğa yaslamış, ellerini geriye atarak kafasını kollarının içine yaslamıştı. "Sence kim olabilir? Malum, benim muhbir olmamdan şüpheleniyorsun ya?"

Benimle alay ediyordu resmen. İyileştiğim zaman ona bunun hesabını soracaktım. Hastalığımdan faydalanıp evimde bu denli rahattı ve hasta olduğumdan dolayı bu kadar rahat benim ile alay edebiliyordu ama iyileşecektim. Sonrasında ise herkesin yanında iyi, sadece biz varken onun dünyasını burnundan getiren o Talya olacaktım.

Dışarıdan iyi anlaşıyor görünmemiz gerekiyordu bizim. Dışarıdan bakan bizim amacımızı anlamamalıydı.

Çünkü öyle bir durumda, herkesin cephe alacakları tek kişi biz olurduk. Kimse ne Doğa'ya ne de Eflah'a laf ederlerdi.

Her zaman o kazanırdı. Her zaman Zahir'ler önde gelirdi. Her zaman bir Zahir kimi tutarsa, o kazanan olurdu.

Ve bu sefer, Zahir'in tuttuğu değil, nefret ettiği kişiydim.

♟️

Yaklaşık bir saat sonra.

Hayatta, her zaman seçimler yaparız.

İyi veya kötü, haklı veya haksız, kazanacağımız ya da kaybedeceğimiz seçenekler arasında yuvarlanır dururuz. Hangi işe başlarsak başlayalım, sonunu bilmeden ilerler, sonsuz bir seçenekler silsilesi içinde ileri geri hareket ederiz. Amacımız her zaman kazanmak bile olsa, bazen kazanmak için kaybetmeyi seçeriz.

O da öyle yapmıştı. Aslında amacı, her zaman olduğu gibi kazanmaktı.

Soyadının getirisi olarak kazanmaya iyice alışmış bir bünyesi vardı. Her zaman önde olmaya, her zaman kazanmaya, her zaman güçlü olmaya alışmıştı. Her yaptığının desteklenmesine, her zaman kendi bildiğini okumaya alışmıştı. Her zaman, her şeyin en iyisini bildiğine inanmış ve kendi işlerini kendi halletmeyi başarmıştı.

Ta ki Tamay Göner, bir gece yarısı onu ziyaret edene kadar bu hisleri ve düşünceleri aynen bu şekilde devam etmişti.

O geceden beri, seçtiği hiçbir şey kendi isteği ile değildi. Yürüdüğü yolun yanlışlığı, her bir saniye gözlerinin önüne geliyor, hücreleri bile kendine kızıyor, zihni ise kaybettiklerini bir saniye unutmaması için çaba sarf ediyordu. Bir yolu seçmişti, kendi düşündüğü bir yol değildi. Bu bir ilkti. İlk kez plan yapan değil, uygulayan kişiydi. Sonucun ne olacağını ilk defa bilmiyor, geceleri tek bir şeyi düşlüyordu.

Herkese taş, bir tek kendine var olan o kalbin adını haykırmasını.

Kendi elleri ile bazı şeyleri mahvetmeye başladığının o da farkındaydı ama bundan daha mantıklı bir seçeneği yoktu. Kaybedecekse eğer diğer seçenekte de zaten kaybedecekti ama en azından, bu seçenekte kazanma şansı da vardı. Kazanabilirdi. Kaybetmesine neden olduğu her şeyi, geri alabilirdi.

İşte, bu yüzdendi her şeyi. Söylediği yalanlar, kırdığı kalpler, tuttuğu eller. Her şeyin sebebi buydu.

Ve şimdi, yaptığı hamlenin planını nasıl bir çıkmaza soktuğunu bilmesine rağmen gitmek zorundaydı. Görmek, kendi yaptığı yıkımı görmek zorundaydı. İyi olmasını sağlamak istiyordu, hep iyi olsun, hiç kendini kötü hissetmesin istiyordu. Bunda, ne kadar başarılı olduğu dışarıdan tartışılırdı ama aslında, içteki olaylar öyle değildi.

Siyah canavarından indiği zaman, en son üç ay önce geldiği büyük malikanenin girişen ilerledi. Arabasını direkt malikanenin oraya park etmesi iyi olmazdı. Rastgele birinin bile en ufak sözünün, nerelere kadar uzanacağı hiçbir zaman hesaplanamazdı. Buraya gelirken söylediği yalanların, ortaya çıkmaması gerekti.

Yoksa tüm planı suya düşerdi.

Doğa'nın yanında, Doğa yarın akşamki partisi için hazırlık yaparken sadece oturmuş ve bir eli telefonunda, sadece Tamay'dan bir tek mesajı beklemişti. İyi olduğunu okumak için saatler saymış, sabah onu okulda görmediği an anlamıştı, iyiye gitmeyen bir şeyler olduğunu. Ve daha, Tamay ona söylemeden hissetmişti.

Buraya gelmemesi gerekti. Doğa'yı tek bırakmaması, Doğa'nın babası ile alakalı minicik olsa bile bir bilgi alması gerekti. Belki onların evine yemeğe gitmesi, Doğa'nın annesine kendini sevdirmesi, bir şeyler öğrenmesi gerekti. Son bir ayın, şu an yaklaşık üç hafta olmuştu, bir hiç olmaması adına, mantıklı adımlar atmalıydı.

Ve onu bırakıp buraya gelmesi, mantıklı bir hamle değildi.

Asla da olmayacaktı.

Bunu biliyordu ama bırakamamıştı. Onun hastalanınca nasıl olduğunu biliyordu. Ne kadar tek olduğunu biliyordu. Kimsenin, onun en sevdiği yemeği dahi bilmemesinden ötürü, ona düzgünce yemek bile yediremeyeceğini biliyordu. Ve bu halde bırakamazdı. Tamay, evet, belki onunla iyi anlaşıyordu ama onunla bir değildi.

Eflah, daha önceleri de çok kez yaptığı gibi, yüksek duvarlarla çevrili bahçenin kör noktasından atlayarak arka kapıya ilerledi. Zaten gizlice gelmişken bir de ön kapıdan giremezdi içeri. Hem Tamay'ın doktor olan teyzesi gelmemiş ya da daha gitmemişse ona da görünemezdi. Bu yüzden, evin büyük salonunu gören bahçe kapısına yaklaşıp içeriye bakındı ama kimseyi göremedi. Bu yüzden, siyah kot pantolonunun cebinden telefonunu çıkartıp son aramadan Tamay'ın adına tıkladı.

Telefon, daha ilk çalışta açıldı.

"Bekle, teyzem gidecek şimdi. Arka tarafa geç, seni oradan alayım içeri."

Eflah ne Tamay'a bir yanıt verdi ne de onun yanıt vermesini bekledi. Telefonu kapattı ve cebine geri attı. Ondan sonra ise kendi kendine bir küfür edip ellerini yüzüne örttü.

Böyle olmak istemiyordu. Ama başka bir şansı da yoktu.

Bir süre evin bahçesine, Talya olan anıları harici başka bir şey düşünemeyerek bakındı. Tamay'ın kapıyı açmasını beklediği süre, saatler gibi geldi. Bir merdivenden inme sesi duydu, sonra ise birkaç teşekkür ve tanımadığı, Tamay'ın doktor teyzesine ait, sesleri işitti. Onun gitmesi, kendisinin içeri girmesi anlamına geldiğinden kapıya tekrar yaklaştı.

Ardından ise bahçe kapısına ilerleyen Tamay'ı gördü. Yüzündeki ifade çok kötü olmadığından, Talya'nın sandığından iyi olduğunu düşünerek kendini sakinleştirmeye çalıştı.

Ve Tamay, Eflah daha evin içerisine tek bir adım atmadan konuşmaya başladı.

"Odasına götürdük. Teyzem bir serum taktı. Sabah koluna takmışlar, ondan eline taktığı için ağladı. Ağlarken de bana söverek odasından kovdu. Biraz fazla celallendiği için teyzem biraz da uyku yapacak bir ağrı kesici katmış ilacına. Rahatça evde gezip odasına girebilirsin."

Eflah, tam önünde durup gülen Tamay'ı göğsünden geri iterek zaten bildiği yolda ilerlemeye başladı. Cebindeki telefonun titrediğini hissediyor ve gelen mesajların Doğa'dan olduğunu biliyordu ama şu an derdi, Doğa değildi.

İsterse dünya yansın, umurunda da olmazdı.

Merdivenleri çıkarken Tamay'ın da arkasından geldiğini fark etti. Her yerde ya kendi ya da Talya'nın peşinde bir kuyruk gibi dolanıyordu resmen. Bazen, kendisi de emin olamıyordu. Bunun amacını ve ne istediğini, bir türlü zihninde makul bir zemine oturtamıyordu ama biliyordu. Kötü biri olmadığını ve gerçekten, tüm isteklerinde açık olduğunu biliyordu.

İkişer üçer çıktığı merdivenler bitince bir nefes bile almadan Talya'nın odasının kapısına geldi. Kapının kolunu tuttu ama indirip kapıyı açamadı. İlk defa, onun kapısının önünde kalakaldı.

Korktu. Göreceği şeyden çok hissedeceklerinden korktu.

Buraya bir kere girer, kendisine nefretler bakmayan Talya'yı görürse, eskisi gibi iyi rol yapamamaktan korktu.

Ama Tamay, yanına varır varmaz onu kapının kenarına iterek kapıyı sonuna kadar açtı ve Eflah geçmeden önce içeri girip Talya'yı kontrol etti. Onun, hiçbir şeyden haberdar olmadığının ve dediklerini hatırlamayacağından bir kez de kendi emin olmuştu. Daha teyzesinin verdiği serum tam olarak bile damarına temas etmemişken kafası bir karış havaya fırlamış, kendi bile ne dediğini anlamamıştı.

Bu yüzden, bu gece olanlar bu gecede kalacak ve Tamay'a göre, Eflah bile unutacaktı.

Derin bir uykuda olan Talya'nın elinin de düzgün durduğunu fark edince arkasını dönüp Eflah'a eliyle gel işareti yaptı.

"Gel, uyumuş bile. Top patlatsak uyanmaz. İlaçlar onu sabaha kadar uyutur."

Eflah istemsizce gülümseyerek odaya girdi. Odanın içinde hiçbir yere bakmamaya çalıştı ve direkt, yatağın kenarına yaklaşarak normal zamanlarda, Talya'nın her uyuyacağı an ördüğü saçlarının şimdi dağınık olduğunu fark etti. Aslında, saçlarını örmek istiyordu ama riske giremezdi.

Daha sonra, tüm bunlar bittiğinde, kendine Talya'nın saçını örmek için bir tane fazla hak verdi, tam şu anda.

Sonra bu anın acısını çıkartacaktı.

İyice yatağın kenarına yaklaştı. Elini uzattı, parmak uçları ile Talya'nın ateşine bakmaktı amacı ama amacı bölündü.

"Bir adım daha yaklaşma kıza ve o elini çek," diyen, hemen arkalarında durmuş, çatık kaşlarla Eflah'a bakan Tamay'dı. "Kız uyuyor ve şu an senin başka bir sevgilin var. Parmak uçlarınla bile değme kıza."

Eflah Tamay'ın ne anlattığını anlamak için ona dönünce Tamay devam etti.

"Yaptığın resmen taciz. Talya zaten daha iyi. Ben teyzem gelmeden gelirsin ve Talya her şeyi öğrenir sandım ama sanki Mars'tan geliyormuş gibi geciktiğin için yetişemedin. İyi olduğunu gör ve aşağı gel."

Ardından Eflah'ın yanıtını beklemeden odadan çıktı. Eflah, bir anda ona ne olduğunu anlamamıştı. Talya bir şey demezdi ona, biliyordu ama sanki Talya bir şeyler demiş ve bu dediği şeyler, Tamay'ın kendisine cephe almasına sebep olmuş gibiydi.

Ama ona hak veriyordu. Eve de izinsiz girmişti, odaya da. Yaptığının aslında etik olmadığının farkına geç de olsa varmıştı. Bu yüzden uzaktan, son zamanlarda hep olduğu gibi şimdi de biriciğine uzaktan uzaktan baktı. Ona uzak olmak, içini yaktı.

Daha fazla durursa dayanamayıp öpeceğini biliyordu. Özlemişti. Deli gibi bir özlemdi. İçini yakıyor, kalbini kavuruyordu. Ama yapmayacaktı. O hem istemezdi bunu hem de uyurken böyle bir şey yapılmazdı. O yüzden Talya'nın odasında dolanmaya başladı. Çalışma masasının üstünde duran, ona aldığı kar küresini görünce tebessüm etti.

Ardından, odanın içinden kendine, herhangi bir şey almak istedi. Etrafa bakındı. Alabileceği ve Talya'nın farkında bile varmayacağı bir şeye ihtiyacı vardı. O sırada gözüne, makyaj masasının çekmecesinin koluna sarılmış fular ilişti. Ne alacağını bulmanın heyecanı ile oraya yaklaştı. Bağlanmış fuları çözüp cebine attı. Ardından odadan çıkmadan önce tekrardan Talya'ya yaklaştı. Yüzüne dökülmüş saçlarını geriye itmek istiyordu. Hatta yanına kıvrılmak ve uyumak.

Ama hiçbirini yapmadı. Sadece, dayanamadı ve parmak ucunu, Doğa'nın tutmasına bir daha asla izin vermeyeceği parmak ucunu Talya'nın sağ yanağına dokundurdu. Ardından ise kendi yanağına...

O an için, bu bile yetti ona.

Daha fazla dayanamayacağını hissedip odadan çıktı. Tamay aşağıya inmişti, aşağıdan televizyon sesi geliyordu. Cebine attığı fuları da kontrol edip merdivenlere ilerledi. Bakışları birkaç kez arkasına, Talya'nın odasının kapısına dönse bile durmadı. Merdivenleri bitirip televizyon izleyen Tamay'a ilerledi.

"Sen ne sikim davranıyorsun lan?" Hiddetle, üst katta uyuyan Talya'yı umursamadan oturduğu yerden ayaklandı, Tamay. "Okulun tuvaletinde ne dedin lan sen, bu kıza?"

Eflah kaşlarını çattı. "Ne demişim? Hiçbir şey demedim ben ona."

Tamay güldü. Aslında komik olmayan bir şeye güldüğünü belli edecek şekilde güldü. "Aynen, bu kız o yüzden teyzem ona serum taktığı için ağlayıp bırakmadım, diye sayıklıyor."

Bu cümle ile Eflah olayı anladı. Saklamaya çalıştığı kırgınlığı, Talya okula ilk geldiği gün, baş başa kaldıkları ilk an ortaya çıkmıştı ve bunun, Talya üzerindeki etkisinin sandığından daha da fazla olduğunu tam şimdi anlıyordu. Ona kurduğu cümleler sırayla zihninden geziyordu.

Ve bunların tümü, kendisinin Talya'dan daha suçlu olduğunu hissettiriyordu kendine.

Onun neyi ne için yaptığını biliyordu. Her şeyi, o daha bir hamleyi yapmadan neden yapacağını biliyordu. Belki de Talya bile bir sonraki adımını bilmezken, Eflah onun on adım sonrasını bile tahmin edebiliyordu. Ama sadece tek bir adımını anlayamıyordu. Kendisine güvenmeden gitmesini, kabullenemiyordu.

Bu zamana kadar hiç övünmediği ve hatta nefret ettiği soy adı sanılandan da güçlüydü. Bir Asiler, Zahir'lere hiçbir şey yapamazdı. Ama işte, Talya bunu anlayamamış ve gitmişti.

Eflah'ı da bırakıp gitmiş, Eflah onun gidişini bir instagram gönderisinden öğrenmişti.

İşte, onu kıran, kızdıran buydu. Onun bam teli buydu ve Talya, o teli çok germişti. Eflah, kendi kendine aksini bile söylese, aslında bir nevi, Doğa'nın yanında olduğu anlarda Talya ile karşılaşmaktan zevk almaya başlamıştı. Onun gidişinin ardından hissettiği hayal kırıklığını o da yaşasın istemişti.

Ama bunu isterken anlamadığı, hissetmediği şey, o kırıldıkça kendisinin daha da mahvolduğuydu.

Okulun bahçesinde, o Tamay'ı iki hafta sonra çıkacağı maç hakkında bilgilendirip Özgür'ün okula geldiğini anlatırken sınıfın penceresinden, Doğa ile konuşan Talya'yı izlemiş ve sadece o anlarda, aslında Talya'nın her zamanki kızla aynı olduğunu fark etmişti. Sandığı gibi olmayan çok şey olduğunu fark etmişti.

Ama bazı şeyler için geçti.

"Seninle anlaşma yaparken Talya bu savaştan en az darbeyi alacak diye anlaşmıştık. Ama sen, daha ilk günden kızın mentalini sikmiş atmışsın. Aferin sana, geri zekalı."

"Kes ve o çeneni kapat. Belanı siktirtme bana." Eflah Tamay'ın üstüne yürüdü. "Sen asıl bana, sana Özgür piçi Talya'ya yaklaşmayacak dememe rağmen onunla tanışmasını açıkla. Ben sana kesin olarak demedim mi? Nasıl Talya'nın adı o piç ile yan yana yazar, izleyici listesinde. Talya, benim yanımda götürmediğim o leş arenaya nasıl onunla gelir? Nasıl izin verirsin? Onlar konuşurken sen nerede, ne bok yiyordun?"

Tamay tam beklediği konu açılınca mutlu oldu ve kollarını göğsünde birbirlerine bağlayıp güldü.

"Çok güzel bir sarışın buldum, onunla konuşuyordum." Daha da güldü, Eflah'ı delirtmek ister gibi. "Hatta onu Özgür'e bizzat ben yolladım. Git bul, dedim. İyi yapmış mıyım?"

Eflah Tamay'ın yakasını tuttu. "Ne diyorsun lan sen? Sikerim oğlum seni, ne diyorsun?"

"Ben bu yola, sen ikinci haftasından kendini öldürt diye çıkmadım. Ne yap et, Etka'yı adını değiştirmesi için ikna et. Sen o maça çıkmayacaksın, Talya'nın da adının senin yanında yazmasını sağlayacaksın. Artık nasıl yaparsın ilgilenmiyorum."

Birbirlerine söylemedikleri şeyler vardı. Her şeyi yerinden oynatacak, her şeyin değişmesine sebep olacak bilgileri vardı. Ellerinde, birbirlerinin hayatını alt üst edecek sırlar vardı ama ikisi de bunları birbirlerine demiyor, birbirlerinden bir şeyler saklıyor ve sırlarla dolu bir yolda yan yana yürümeye çalışıyorlardı.

Yolun sonu, kimse için aydınlık değildi. İki taraf içinde karanlıktan başka bir şey değildi.

Oyunun içinde bir oyun döndürmek için çabalıyorlardı.

Ve yolun sonunu kimse bilmiyor, hesap edemiyordu.

Sadece, her şey aslında yeni başlıyordu.

Bunu tüm hücrelerinde hissediyorlardı.


(bu güzel karakter kartları için instagram; elirixgraphic hesabına çok teşekkür ederim. emeğine sağlık 🫶🏻)

Continue Reading

You'll Also Like

368K 6K 4
❝ Kanla açılan bir hikâyenin sayfaları, daha çok kanla yazılmaya mahkûmdur. Çünkü kan başladıysa, sonuna kadar akar. ❞ Bir gece belirsiz kişiler tara...
94.6K 3.4K 27
İntikam... Dünyanın en güçlü ve aynı zamanda en kırılgan duygusu. İçimdeki ateşi yok etmekle onun ışığında kör olmayı dengelemeye çalışacağım. Ama bu...
7K 812 14
Melin Ay. Kısa ve kolay hatırlanabilen bir isme sahip olduğum için kendimi şanslı hissediyordum, insanların dilinden düşmeyen bir isme sahip olmam bi...
497K 19.2K 32
Cinsellik içerir!!! Kitabın önce ki ismi SEKS TERAPİSTİ?'dir. Siz hiç seks terapistine mesaj atacakken, üniversitedeki profesörünüze mesaj attınız...